Alaattin Cem Özdemir
“Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç, yazı hariç. Tek teselli yazı hariç.”[1]
“Özlenilmek unutulmak ve hatırlanılmak arasında bir ara istasyondur.”[2]
Bir tarihçi olarak genel söylemimdir. Bir kentin, bir toplumun tarihini öğrenmek için, her şeyden önce o topluma ait edebiyatı bilmek gerekir. Öyle bilmek dediğime bakmayın, bilmek derken okuduğunuz satırların içine girip yaşamaktan bahsediyorum. “O” olmak. “Onlar” olmak. Çünkü yazı, içerisinde kayıp olanı barındırır ve bizim onu bulmamız için önümüze ipuçları bırakır.
Orhan Pamuk da Türkiye Cumhuriyeti tarihini inceleyecekler için bulunmaz fırsatlardan birisidir. O, kent hafızasıyla insan hafızasının ucube bir birleşimini sunar. Karanlıktır, karadır anlatıları. Bazense o karalığın içerisinde bir renk görür (kırmızı gibi) hüznün içinden bir mutluluk payı çıkartabilirsiniz kendinize. Zaten Pamuk’a İstanbul dendiğinde de aklına doğrudan hüzün düşer. Ama o da bahsettiği hüznün içinden mutluluk payesini almış, İstanbul’dan bir türlü kopamamıştır. Hep o hüznün üzerinden yazar kitaplarını.
Kara Kitap da bu düşünce doğrultusunda oluşan bir kitabıdır Pamuk’un. Kitabı demeyelim de şaheseri diyelim, daha doğru. Kitabın konusunun ufak da olsa üstünden geçmek gerekirse, Galip bir gün uyadığında karısı Rüya’yı bulamaz. Aklına çeşitli düşünceler gelir, aldatmak, ölüm, kaçmak… Kafasında ise Rüya’nın yakın olduğu ağabeyi Celal Salik vardır. Bir şey yapmışsa bundan Celal’in mutlaka haberi olacaktır. Arar, sorar onu da bulamaz. Kayıp sayısı ikiye çıkmıştır. Sonra aklına Celal Salik’in köşe yazıları gelir, belki orada bir şey bırakmıştır. Onlar üzerinden, anıları ve İstanbul’u da kullanarak eşi Rüya’yı ve Celal Salik’i aradığı uzun macerasına başlar Galip.
Bu macera esnasında sadece Rüya’sını arayan Galip’e tanıklık etmeyiz. Aynı zamanda İstanbul’un “Kara Kitap”ı oluşur imgemizde. Orhan Pamuk bunu Galip’in izlediği yolla ve Celal Salik’in makaleleriyle şaşırtıcı biçimde okuyucuya sunar. Celal Salik, deyimi yerindeyse tavan arasına atılmış kent hafızasını Galip’in önüne bırakır, Galip ise bunları keşfe çıkar. Celal Salik’in köşe yazılarında onun önüne koyduğu her yol, sıkışıp kalmış, unutulmaya yüz tutmuş veya unutulmuş İstanbul’u da bizlere hatırlatır. Bu hatırlatılma durumunun Galip’in yolu izleyiş şekline nasıl yansıdığına da satır aralarında tanıklık ederiz. Onun bu yolu izlerken, Rüya’yı aramaktan başka ikinci bir misyonunun da varlığı anlaşılır. Celal Salik’in ona sunduğu İstanbul’u keşfetmek. Bazen yeni şeylerle karşılaşmak, bazense geçmişinden bir şeye tanık olmaklar arasında gider gelir Galip. Karısı gibi onları da özlemiştir. Özlem duygusunu fark ederiz Galip’in. Hafızasında geri plana attığı şeyleri bile çıkartır bu yolculukta. İlginçtir, demek ki onları da özlemiştir. Celal Salik İstanbul’u sunarken, hem kent hafızasının yitikliğini, hem kendi hafızasının yitikliğini tanımış olur Galip. Okuyucuyu da bununla buluşturur. Benim kitap içerisinden vereceğim örnekler ise bu iki birbirinden bağımsız gibi görünen ama aslında bağımsız olmayan iki noktadan olacak. Yitik kent hafızası ve bu yitik kent hafızasının içerisinde yer alan yitik insan hafızası. Genelden özele doğru sıralayacağım bu örnekler kitap içerisinde bizi nasıl karşılıyor anlatmaya çalışacağım. İlk örneğim. Kitabın bölümlerinden birisi olan Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman.
Kitapta Celal Salik’in bir makalesi olarak karşımıza çıkan bu metnin tam olarak yazının başından beri vurguladığım yitik kent hafızasına en çok gönderme yapanlardan birisi olduğunu söyleyebilirim. Salik bu makalesinde Boğaz’ın sularının çekilmeye başladığını söyler ve bütün sular çekildikten sonra neler olabileceğini sıralar. Bu olacak şeyler içerisinde çeşitli felaket senaryolarının dışında aslında İstanbul’un tarihi yatmaktadır. Özlenilen, unutulan, unutulmuş… Bu sefer lodos yüzünden kıyıya vuran Bizans sikkeleri değil, birçok şeyle karşı karşıya kalınabileceği anlatılır metinde. Midyelerle kaplanmış Bizans hazineleri, kim olduğunu bilmediğimiz tanrılara dua eden Kelt askerleri, atlarıyla birlikte suyun dibine gömülmüş Haçlı askerleri, gümüş, altın sikkeler, heykel başları, içlerine yengeçlerin yuva yaptığı ayakkabılar… 3000 yıllık (belki de daha fazlası) İstanbul tarihi, kırk geminin yanyana durarak tamamen kaplayacağı Boğaz’ın altındadır. Yazılan, bilinen tarihin dışında Celal Salik’in hafızasında kalan İstanbul tarihini de anlatmadan geçmemek lazım. Çünkü hemen herkesin, altından çıkacaklarla bir hayal kuracağı Boğaz’dan Celal Salik’in de bir beklentisi vardır. Vakti evvelde bir suç patronunun içinde insanlarla birlikte Boğaz’a gömülen Kara Cadillac’ı… Yazdığına göre Celal Salik o Cadillac’ın yerini bilmektedir ve onu bulmayı sabırsızlıkla beklemektedir. Yine kendisinin bu makalesinde kent hafızası değişiminin bir başka yönüyle karşılaşıyoruz. Şimdi göze güzel gelen fakat coğrafyanın değişmesiyle farklı bir anlam katılacak şeyler. Mesela Kız Kulesi. Celal Salik, boğazın sularının çekilmesinden sonra o ihtişamlı kız kulesinin kayaların arasında yükselen korkunç bir tepe gibi görüneceğini söyler. Yani bugün gözümüze güzel gelen bir şeyin, yarın uzaktan göründüğünde korkulacak bir şey olabileceğine dem vurur. “Şeylere” verilen anlamların zamanla değişebileceği düşüncesi okuyucuya sunulur.
İkinci örneğim yine Celal Salik’in kitap içerisinden bir makalesi olan Bedii Usta’nın Evlatları üzerinden olacak. Bu bir önceki Celal Salik makalesine nazaran daha özel bir şekilde karşımıza çıkıyor. Diğeri bütün bir İstanbul tarihini kaplarken, bu, biraz daha kısıtlı kalmış kent hafızasına bir gönderme yapıyor. Bir dükkan bodrumuna ısrarlara dayanamayarak yaptığı bir ziyaretten bahsediyor Celal Salik. Mankencilik tarihimiz diye tabir ettiği, o korkunç ve karanlık bir yer diye betimlediği dükkana gidiyor. Bedii Usta adında bir zatın dükkanı. Abdülhamit zamanında mankencilik işine başlamış ve birçok cansız manken yapmış. Salik’in rivayetine göre bu mankenler bizim insanımıza o kadar benziyormuş ki Osmanlı döneminde bunu gören şeyhülislam Allah’ın yarattığının bu kadar mükemmel yapılmasından çekinerek Bedii Usta’yı işinden etmiş. Sonra bir gayrimüslim mahallesine yollanan Bedii Usta sanatını orada icra etmeye başlamış. Pos bıyıkları ve fesleriyle, kendisine has doğal hareketleriyle tamamen bizim olan mankenler cumhuriyetin ilanına kadar o bodrumda kalmış. Sonra cumhuriyet ilan edilmiş fakat bu sefer de başka sorunlar ayyuka çıkmış. Beyoğlu’ndaki dükkanlara cansız mankenlerini verebileceğini düşünen Bedii Usta tekrar hayal kırıklığına uğrar. Salik’in deyimiyle artık fesler, Panama şapkalarıyla yer değiştirse de jestler yine o kadar bizim insanımızmış ki, Beyoğlu’ndaki dükkan sahipleri artık başka birisi olmak isteyen insanlarımızın o güzel kıyafetleri kendilerine benzeyen mankenlerin üzerinde görmekten rahatsız olacaklarını düşünmüş ve Bedii Usta’yı reddetmişler. Bedii Usta’nın görüşüne göre milletlerin giyinişi, kültürü değişebilirmiş fakat jestleri asla değişmezmiş. Fakat o bunda da yanılmış. Çünkü sinema filmlerinin halka yayılması insanların kendilerine has jestlerini kaybedip o filmlerdeki jestleri taklit etmeye başlamasına yol açmış. Celal Salik de bu değişimi mankenler üzerinde gördüğünü ve gittikçe sönmeye, olağanlaşmaya başlayan mankenlerle karşılaştığını anlatır. Kendisinin bu makalesinde de Osmanlı’nın son dönemi ve cumhuriyetin ilk yıllarının bir insan haritasıyla karşılarız aslında. Onların değişimine mankenler aracılığıyla tanıklık ederiz. Bu sefer Boğaz’ın sularının altında kalan, tahmin edilen şeyler değil, somut şeyler vardır Salik’in karşısında. Bir toplumun giyinişinin, görünüşünün, hatta jestlerinin bile değiştiğini hissederiz. Bununla birlikte değişen, yenilenen kent hafızasının da…
Bir diğer örneğim ise en özele indirgenmişi. Yine bir Celal Salik makalesi. Alaaddin’in Dükkanı. Bu sefer karşımızda Celal Salik’in, Galip’in ve birçok Nişantaşı sakininin çocukluğunu, gençliğini, ihtiyarlığını işgal eden bir bakkaliye var. Bu insanların geçmişleri, alışkanlıkları deyimi yerindeyse hafızaları o dükkanın içerisinde nesilden nesile kalmış durumda. Alaaddin, Salik ile yaptığı röportajda her ne kadar bu durumun farkında olmasa da Salik’in hissettikleri bu dükkanın tam olarak onu karşıladığını gösteriyor. Alaaddin’in dükkanını betimlerken, hasta çocukların oyuncak beklediği, her istenilenin ihtiyaç olan veya olmayan her şeyin bulunduğu, kötü çeviri romanların kol gezdiği, gençlerin hiç unutamadığı çizgi romanları satın aldığı bir dükkan olduğu vurgusunu yapıyor. Bir kentin hafızasının sıkışıp kaldığı küçük bir dükkan. En az otuz yıllık soyut bir tarihin yattığı yer. Yine burada daha öncekiler de karşılaştığımız, zamanın değiştirdiklerine de rastlıyoruz. Dükkanın merkezi olan Alaaddin oraya açtığından bu güne değişmese de, hep aynı şeyleri yapsa da, insanların ilgisini çeken şeyler değişiyor. Bir gün bir sinema filminden etkilenip kara gözlük alan gençler, onu unutup rüya tabiri kitaplarına akın edebiliyor veya reklamı yapılan bir krem bir zamanlar çok satılırken, aldığı dini eserler etkilenen bazı gençler takkelere hücum edebiliyor. Bu sefer zamanla değişen insan isteklerini görüyoruz. Tabi yine onunla birlikte değişen kent hafızasının eşliğinde.
Üçünü bir arada değerlendirdiğimizde, Boğaz’ın sularının altında yatan tarihin uzun bir sürece yayıldığını ve büyük atlamalarla bir giz halinde orada kaldığı görülüyor. Değişen şey, insanların oluşturduğu medeniyet. Askerler, inanışlar, hazine sandıklarının içindeki ziynet eşyalarının tipi, giyilen ayakkabıların şekli, heykellerdeki insanlar… Bedii Usta’nın Evlatları’nın ise daha kısa bir zaman dilimine yayılması durumu var. İstanbul tarihinin en kilit zamanlarından birisi. Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş. Burada da insanların değişimine tanıklık ediyoruz. Kent hafızasıyla birlikte değişen şey onların giyinişleri, duruşları, kültürleri ve jestleri. Alaaddin’in dükkanın da ise durum biraz daha farklı. Kısa süreli bir Nişantaşı tarihi, Cumhuriyet’in orta yılları… Televizyonun çağımızın içine yerleştiği zamanlar. Bu sefer değişim, devletler, insanlar değil, onların istekleri, aldıkları. Bir dükkanın içine sığan bütün anılar değişmek suretiyle dikey bir şekilde Alaaddin’in dükkanın içerisinde hareket etmekte, bir sonraki istek bir önceki isteği unutturuyor ve bu da kent hafızasının bir parçası olan isteklerin sürekli değişmesine, eski alışkanlıkların, arzuların unutulmasına yol açıyor. Üçünün de ortak noktası, bu değişen, unutulan kent hafızasının bir yerlerde tıkılı kalması. Biri boğaz sularının altındayken, birisi Kuledibi’nde izbe bir dükkanın bodrumunda, bir diğeri Nişantaşı’nda ufak bir dükkanın içinde. Celal Salik’e de onları hatırlatan, onun aracılığıyla Galip’in hatırladığı, Galip’in aracılığıyla da bizim anlattığımız şeyler…
Değişmek… Belki değişmek doğal bir süreç ama unutmak… Bazen unutmak korkmak ve başkası olmak istemekten kaynaklı, kötü bir şey. O yüzden kitabın yazarı Orhan Pamuk’a Celal Salik’in ağzından, Galip’in yolundan bizlere bu şaheseri sunduğu, aynı zamanda da “hatırlattığı” için şahsım adına bir teşekkürü borç biliyorum.
Unutmamak, her daim hatırlamak dileğiyle…
KAYNAKÇA
[1] Pamuk, Orhan, Kara Kitap, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2013, İstanbul
[2] Küçük İskender, Sarı Şey, Sel Yayıncılık, 2010, İstanbul
Görsel: https://istanbulresimleri.net/data/media/20/beyoglu1930.jpg