Skip to main content

Burak Demir, Ege Gutay

 

“İthaka’ya doğru yola çıktığın zaman,
dile ki uzun sürsün yolculuğun,
serüven dolu, bilgi dolu olsun.”

Konstantinos Kavafis, İthaka (1911)

 

1863 doğumlu, yaşamında bir çok toprağa ayak basmış: İskenderiye, İngiltere, İstanbul ve tekrardan İskenderiye, Rum asıllı yalnız bir şair Konstantinos Kavafis. Yaşadığı coğrafyanın da etkisiyle Helenistik döneme, mitolojiye ve Bizans’a oldukça ilgi duyar. Felsefe, tarih, erotizm ve politika ile dolup taşar şiirleri. Hedonizm, onun dizelerinde kendine yer bulur. İnsanı ve kendini anlatır. Hayatın kendisi de oldukça baskın bir yer tutar onun şiirlerinde. Yaşlılığı anlatır, “Ben, yaşlılığın şairiyim” der. Ve elbette, yaşadığı kenti, İskenderiye’yi bazen üstü kapalı, bazen de fazlasıyla belirgin görürüz onun şiirlerinde.

“Son bir kez doya doya dinle o sesleri,
o gizli alayın eşsiz çalgılarını,
sonra veda et ona, yitirdiğin İskenderiye’ye.” (Tanrı’nın Antonius’u Bırakması, Kavafis)

Sanat ve edebiyat, insana dair tartışmalarda bize bambaşka şeyler hatırlatan, bireyi ve toplumu oldukça güçlü yansıtan araçlar. Bizim ütopyalarımız da kimi zaman komşu edebiyatlardan, kimi zaman Anadolu’nun üretiminden ve kimi zaman da başka kıtalardan yardım alıyor. Komşu Kavafis ise, bütün edebi yanıyla, yalnızlığıyla ve ardında bıraktığı şiirleri ile, yeni bir insan ve yeni bir toplum ütopyasına, buna dair tartışmalara, savlara ve söylenecek sözlere bir sanatsallık katıyor.

Özellikle yüzyılımızda, ilerici üretimden fazlasıyla uzaklaşmış ve tüketimde kendine büyük bir pay edinmişken, insan oldukça tartışmaya değer bir konu. Tekrardan canlandırılması gereken bir tartışma başlığı. Hep birlikte tembelleştiğimiz zamanlarda, çıkış yolunun ve kurgulayacağımız ütopyanın öznesi. Fakat, bugünün insanının yaşam kültürü, bir ümitsizlik var ediyor çevresine. Bugünün yaşam kültürü, kendisi gibi olmayanı dışlayan, yalnızlaştıran ve soyutlayan, gündeliğin dışına taşamayan sıradan bir birey ve sıradan bir toplum yarattı.

“Ah, önceden fark etmedim örülürken duvarlar.
Ama ne duvarcıların gürültüsü, ne başka ses.
Sezdirmeden, beni dünyanın dışında bıraktılar.” (Duvarlar, Kavafis)

Yalnızlaştırılmanın dışında, bilinçli bir yalnızlık da hakimdir entellektüel ve aydın bir birey için. Toplumun üreten bireylerinin, geçmişte ve bugün, hep bir yalnızlık içerisinde kendilerini var ettiklerini görürüz. Toplumun sıradanlığına kızan, ondan uzaklaşmayı mühim bulan, yaratıcılığı ve üretimi tetikleyen bir yalnızlaşma. Bu kızgınlığı ve yalnızlaşmayı, Kavafis’in kendisi, benden daha iyi açıklayacaktır şüphesiz:

“Dilediğin gibi kuramıyorsan hayatını,
hiç olmazsa şunu dene,
elden geldiğince: Rezil etme onu,
kalabalığın sürtüşmelerinde,
koşuşturmalarda, gevezeliklerde.” (Elden Geldiğince, Kavafis)

Kavafis’in tarif ettiği tehlikenin kendisiyle yüz yüzeyiz, kalabalıkların sürtüşmelerindeki ve gevezeliklerindeki tehlikenin. Kavafis’in söyledikleri, bizi, nasıl bir toplumun içine karışmak istediğimiz ve aynı ölçüde nasıl bir birey olmak istediğimiz sorularıyla baş başa bırakıyor, cevapsız, çözümsüz ve oldukça deneyimsel sorularla.  

Sıradanlık, yaşamlarımızı kuşatmış bir tehdit öznesidir ve hepimizin kapısına dayanmış bir vaziyettedir. Yaşadığımız toplumda, kültürde ve çevremizde, kendini durmadan, aynılığının tüm çekiciliğiyle var ediyor. Bu sıradanlığa tıkılıp kalmak isteyip istemediğimiz, önemli bir sorudur. Tüm bu sorulara cevap olarak kurgulayacaklarımız, bizim ütopyamızdır. Ve bu ütopyaya ulaşma mücadelesi olarak insanın kendini yeniden kurgulama süreci, bu ütopyanın yolculuğudur.

Sıradan insana dair, belki de en vurucu söylevlerden biri ise Haeckel’dan gelir: “Üstün insan ile sıradan insan arasındaki mesafe, sıradan insan ile maymun arasındaki mesafeden büyüktür.” Haeckel, üstün insan ifadesi ile felsefe ve bilim üretenleri, çağları geçen devleri kasteder. Bizler, o devlerin yanında birer cüceyiz, belki de bununla gurur duyması gereken cüceler: “Bizler cüceleriz, ama bu devlerin omuzlarına çıkmış cüceler, küçüğüz, ama kimi zaman ufukta onlardan daha uzağı görebiliyoruz.” (Gülün Adı, Umberto Eco).

Sıradanlık, ve ondan kurtulma çabasının kendisi, kendisiyle birlikte büyük sorunlar taşıyan bir mücadele tarifidir. Belki ufak, belki de büyük bir farkındalık sonucu girişilen bir mücadeledir bu. Yalnız sizin olduğunuz ve bir yol göstericinizin olmadığı bir durumla karşı karşıya kaldığınız bir andır: “Sadece ve sadece senin üstünden geçeceğin yaşam köprüsünü, kimse senin için inşa edemez.” (Nietzsche). Beraberinde, yalnız da güçlü olabilmeyi ve birey, toplum ve yaşam olgularının tümden yeniden kurgulanması zorunluluğunu gerektiren, yarına bırakılmayı hiç de haketmeyen bir yolculuk.

“Ve düşünüyor, kendisini nasıl aldattı Akıl,
Oysa nasıl da güvenmişti ona – ne çılgınlık–
“Yarın! Daha çok zaman var” diyen o yalancıya.” (Yaşlı Bir Adam, Kavafis)

Tüm bunların ışığında, Kavafis’in İthaka’sı, sadece ve sadece bizim geçebileceğimiz yaşam köprüsünün yolunu anlatıyor bize, irademizi hissettiğimizde ve onu ortaya koyduğumuzda, yüzleşmekten korktuğumuz hiçbir şeyin önümüze çıkamayacağı bir ütopyanın yolculuğunu.

“Ne lestrigonlardan kork,
ne kikloplardan, ne de öfkeli Poseidon’dan,
bunlardan hiçbiri çıkmaz karşına,
düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
ince bir heyecan sarmışsa eğer.”

Bizim için, bir ütopyadır İthaka, avangart bireyin ve toplumun ütopyasının tarifi. Avangart olanın, yani öncü ve deneyimsel olanın var edimi, kendi içimizde, çevremizde ve dışarıda. Yeni bir toplum kurgusunun, ve onun temel öznelerinden birinin. Ve elbet varacağız oraya, der Kavafis, bu, bizim yazgımızdır ona göre.

“Hiç aklından çıkarma İthaka’yı.
oraya varmak senin başlıca yazgın.”

“Nasıl bir birey?” sorusu, bir çok araşıyı kendisiyle birlikte getirdi. Ve bu sorular, tarihte bir çok tartışmanın merkezinde kendisine yer buldu. Sorunun karmaşıklığı, yeni insanın tarifinin -birey ütopyasının net bir tarifi çok zor şüphesiz-, kendi ütopyalarımızdan meydana gelmesinden ve herkes için hemen hemen farklı bir cevabının olmasından kaynaklanır. Yaşadığımız toplumun kendisi, isteklerimizi, beklentilerimizi ve bilincimizi önemli ölçüde etkiler. Toplumun genel etkisi kadar, dar çevresel etmenler de ütopyamızı biçimlendirir ve değiştirir.

Biz, eylemsellikten asla kopmayan, üreten ve öncü olan bir birey ütopyasının arayışındayız. Yaşadığı topluma müdahale edebilecek, kuzeye giden ahmaklar gemisini tersi yöne çevirmek için direnecek bilgeliğe ve eylemselliğe sahip bireylerin ütopyası. Eylemlerin, dünyayı ve yaşadığımız toplumu şekillendirdiğini savunuyoruz. Bilgi, arayışımızın kendisidir. Bizi doyuramayan bir bilgi açlığından, şüpheden ve araştırmadan söz ediyorum: “Nasıl kabul ederseniz edin, ben araştırma yapmak için doğmuşum.” (Umberto Eco). Bireysellikten ve kariyerizm hırsından arınmış, üreten ve özgür bir birey arayışı: “…Ama bizim güzel ödülümüzün adı kâr değil. Onun adı özgürlük.” (Ursula K. Le Guin). Zayıflığı ve yalnızlığı, düşünmeme ve üretmeme haline karşı bir tercih kabul ediyoruz. Yolumuzu aydınlatanlardan bir şeyler öğrenmekten asla geri durmadan. Çünkü bizden önceki üretimlere ve fikirlere fazlasıyla ihtiyaç duyuyoruz.

nice mısır şehirlerine uğra,
ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden.”

Üretim ve ortaklaşma, birey ütopyamızın en merkezinde, kendine çok büyük bir yer edinmiş durumda. Bilgiyi, kendimize saklamak veya ondan kâr elde etmek için değil, paylaşmak için üretmek istiyoruz. Bireyselcilikten hızla kurtulmamız gerektiğine de inanıyoruz: “Gerçek bilge,” der Pessoa, “kasları yükseklere çıkmaya yatkın olan, buna karşılık dünyaya dair bildiklerinden dolayı, çıkmayı reddeden kişidir.” (H.K. 73). Hep birlikte, yeniden insan olduğumuzu hatırlamak ve insanı (dolayısıyla toplumu, aydını ve bilgeyi de) yeniden tarif edebilmek için üretmek istiyoruz. Ortaklaşmaya ve paylaşmaya, göremediklerimizi görmek ve sezemediklerimizi sezmek için ihtiyacımız var.

“Biri görmezse biri görür en gerekli şeyi,
insan tek başına da yapar bu işi ama,
görüşü daha kısa olur, sezgisi daha az.” (İlyada, Homeros)

Birey ütopyası, kendisiyle birlikte toplum ütopyasını da kurguluyor. Çevremizi, yaşamak istediğimiz hayata göre şekillendiririz. Bu, ütopyamızın toplumsallığının en büyük işaretidir. Ortak paylaşım kurabildiğimiz insanlar (veya nesneler) arar ve belirli ölçülerde yalnızlaşırız. Hemen hemen bütün topluluklarda ve kişilerde, kimi zaman belli belirsiz, kimi zaman da oldukça açık, bunun işaretlerini görürüz. Büyük bir kuşağı etkileyen Kerouac’da da: “…çünkü sadece çılgınlar çeker benim ilgimi, yaşamak için çıldıran, konuşmak için çıldıran, her şeyi aynı anda isteyen, asla esnemeyen ve beylik laflar etmeyen.” (Yolda, Jack Kerouac), ya da düş gezgini, hüzünlü Pessoa’nın arayışında: “…yıldızların sonsuz kayıtsızlığındansa benim gösterişsiz mürekkep hokkası yeğdir.” (H.K., Fernando Pessoa), ütopyamızdaki çevre arayışına dair ipuçlarına rastlarız. Hafife alınmaması gereken, büyük yıkımlar ve kuruluşlar getiren toplumsal ütopya arayışlarına yol açan, arkadaş ütopyaların ipuçlarına.

“…bizler, her şeye inanan masal uydurucuları, karşıt ütopyanın yaratılışına soyunmak için zamanın çok geç olmadığına inanma hakkını da hâlâ kendimizde buluyoruz. kimsenin başkalarının yerine karar veremeyeceği, ölümünün şekline bile karar veremeyeceği, sevginin sahici bir gerçeklik, mutluluğun da mümkün olacağı ve yüz yıllık yalnızlığa mahkûm kuşakların, en sonunda ve sonsuza dek şu dünyada bir ikinci şansı deneyebilecekleri, yepyeni ve karşı durulmaz bir yaşam ütopyasının.” (Nobel konuşması, Gabriel Garcia Marquez)

Toplumsal ütopya arayışlarının kendisi, tarihsel çizgide, yeryüzünde bambaşka deneyimlerle yer buldu. 1789’da Fransız Devrimi ile gösterdi kendini, o dönemin insanları, başka ve yeni bir ütopya tarifiyle, dünyayı kurgulamaya başladılar. Daha sonra, 1871’de, Fransız komününde, toplumsal ütopya arayışının portresini gördük yeniden. Savaşların çağı 20. Yüzyıl’da ise, Avrupa’nın dışında bir yerde, Rusya’da Bolşevik devrimi ile başka bir ütopya tartışmasının içerisinde bulduk kendimizi.

 

“Havaya uçur, paramparça et,
eski dünyayı!
Evrensel mücadelenin savaş yangınında
alevlerin ışığıyla
Hiç merhamet etmeden –Sık
kaderin kemikli boğazını”

V.D. Aleksandrovski     

7 Kasım 1917’de, Bolşevik devrimi öncesi bir kavram olarak ütopya, kendini üç kesimde farklı şekillerde zuhur etti. Birinci kesim, 1861 toprak reformu ile birlikte özel mülkiyetin gelişimi ve Ortodoks Hristiyan kültürü etkisinde halktı, ikinci kesim ise 1848 yılları arasında Avrupa işçi sınıfının siyasal olarak söz sahibi olması ve bir dizi devrim-karşı devrim denklemiyle birlikte bölünen aydınlardı. Aydınlar içinde birinci kesim kendini liberal ve batıcı olarak tanımlıyordu, ikinci kesim ise Rusya’nın tarihsel gelişimi ile Avrupa arasında farklara işaret edip Slavist düşünceyi öne çıkarıyordu. Ütopyacı vizyonlarını da buna göre şekillendirmekteydiler. Üçüncü kesim ise Çarlık Rusyası’ydı; diğer iki kanaldan (halk-aydınlar) beslenen ütopya fikirlerini kendi içinde harmanlama yoluyla, kendisine bir gelecek tarifi çıkarmaya çalışıyordu. Gelecek tarifi yapmaya çalışan Çarlık Rusyası’nın falında Bolşeviklik çıkmış ve bunun sonucunda yerle yeksan olmuştu.

Ütopyanın doruğu bulutları aşabilir, ama ayakları zemine sağlam basar.” (Sakulin)

Bolşevik devrimi ile birlikte vandallık lükse, nihilizm kültüre, putkırıcılık göstergelere, mahiyevizm ise entelektüellere karşı savaşı merkeze almıştı. Yeni bir dünya yaratılmalıydı, eskiye dair tüm ünvanlar ise sadece sökülmesi gereken çürük tahtalardı. Daha emekleme döneminde olan Bolşevik hükümeti, çeşitli alanlarda kendini gösteren bu dört başlıkla mücadele etmesi gerektiği anlamıştı. Ancak  Bolşevik çizgiye yakın sanatçılar da dahil herkes bir kutbun doğal yada dolaylı olarak etkisindeydi. Sanat eserlerini korumak için kurdukları komiteler ise kendi içerisinde çatlıyordu. Gözümüze çarpan ilk ayrışmalar 1918’in Eylül ayında gerçekleşti. Rus sanat tarihçisi İgor Grabar, yukarıdaki başlıklarla mücadele ederken, bir yandan da avangart sanatçıların hedefindeydi. İki cephede mücadele etmeye çalıştıkça, boğulduğunu hissediyordu. Ardılı olarak Aydınlanma Komiserliği görevine Antoli Lunaçarski’nin atanması ile birlikte işler iyice karışmıştı. Avangart sanatçıların, sanatın geleceğinde sanatçıların söz sahibi olduğu, sanatın kendi iktidarını kurduğu özel bir dönem yaratılmıştı. Bu süreç, Stalin’in iktarda tam olarak yetkin olduğu 1932-1933 yıllarına kadar etkinliğini sürdürdü. Stalin’in tam iktidarı ile birlikte, artık sanat yoğun bir ütopya taşıyıcısından çok bir propaganda malzemesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Dünya tarihi boyunca ilk defa Rus sanatçılar sanatın gelişimi ve kültür mücadelesi konusunda söz sahibi oldular. Artık, hakkını vermek istedikleri bir ütopya kavramı vardı ve bu hedefle kurguya başladılar. Köy, kent, müze, sanat eğitimi vs. gibi başlıklarda artık yeni, deneysel kurgulara ihtiyaç vardı. Bolşevizmin temsiliyeti ise, kendini Vladimir Tatlin’in kulesinde bulmuştu. Artık o, sosyalist modernizmin simgesiydi. Avangart sanatçılar ve Bolşevikler açısından yıkmak ve yaratmak, geleceğin dünyası için yapılması gereken küçük emeklerdi. Vladimir Tatlin, Aleksandr Rodchenko, El Lissitzky kolları sıvamıştı.

İşte hikayemiz tam olarak burada başlıyor; eğer bir insan askıda kalmayı yeğlemiyorsa, geçmişe bakıp geleceğine dair tahayyüllerde bulunması onu falcı yapmaz. Sadece bir rota oluşturmaya çalışan ince bir tekne yapar. Bir tekne olarak insan, kendisinden daha büyük ve gerektiğinde öğütücü olan toplum denizinde belki mutlak bir doğru aramasa da çıkılacak bir adaya doğru küreklerini çekmek ister. Hikayemiz de böyle devam eder. Bireysel her kurgunun altında bir toplum denizi bulunmakta, her kurgu içerisinde bir ütopya barındırmakta, varılmak istenen İthaka’nın yolu ise ütopya denilen kurgu ile çizilmektedir. Diğer taraftan, içinde her türlü maddeyi barındıran toplum, zaman denilen yargılayıcı karşısında çeşitli tepkimelere uğraması ile ünlüydü. Rus halkı ve avangartları için, Bolşevik Devrimi geçmiş ile gelecek arasındaki çizgiyi oluşturuyordu. Kurgu kendi içinde parçalı bir bütünlük oluşturuyordu. İlk başta göze dağınık gelen tüm parçalar aslında tek bir yönü işaret ediyordu. Tatlin’in kule tasarımını bir referans noktası olarak aldığımızda, o dönemin insanları eski diye tabir ettiği şeyler ile bir aidiyet duygusu kurmakta zorlanıyordu, çünkü eski olan her şey onlara esirliklerini hatırlatıyordu. Oysa artık inşa edilmesi gereken yeni bir kültür vardı. En yalın haliyle sanat sözlüğüne üretim, çark, makine vb. kavramlar girmekteydi. Ayrım noktasını belirtmesi için her şeyin başına “yeni” kelimesi ekleniyordu.

‘’Tatlin’in kulesi bir makinedir. Konstrüktivistlerle içli dışlı olan eleştirmen Shklovski’ye göre, cam, demir, ve devrimden yapılma bir makine. Tatlin kulesini tasarlarken, zamanın simgesi olarak gördüğü, “en dinamik form olan vidadan” yola çıktığını açıklar. Bu form aynı zamanda geometrik sanat felsefesinin babası Albrecht Dürer’in konik spirallerini hatırlatır. Hegel ve Marx da tarihin ilerlemesini (hareketini) spiralle ifade ederler. Punin de spiralin “özgürleşmenin ideal ifadesi”olduğunu söyler. Lissitzki’ye göre, kulenin konstrüksiyonunu oluşturan “demir, proletaryanın ifadesinin gücünü, cam da vicdanının temizliğini” simgeler. Tatlin’in anıtı, insanın evrendeki yerinin kozmolojik sistemini temsil eder. Devrimcidir, çünkü matematik ve mimari bir kesinlikle örgütlenmiş olan zaman ve mekân içindeki toplumsal armoninin modelini oluşturur.”

   

Gelecek:Tek Hedefimiz! (Lissitzky)

 

                                                                                          

 Okuma Salonlarını Doldurun! (Bolşevik Afişi)

Lissitzky ile Bolşeviklerin “Okuma Salonlarını Doldurun” afişi arasındaki fark bir anlam ifade etmektedir. Lissitzky’nin çizimi çeşitli geometrik şekiller içerisinde göğe doğru yükselişi ifade ederken, sol taraftaki afişin üst kısmında insanların bir eve girdiğini görürüz. Hemen altında ise bir Kızılordu askeri, ev içindeki ahaliye Bolşeviklerin mesajını okumaktadır. O dönem içersinde halkın okuma yazma düşüklüğü, bilgi paylaşımının temelini Kızılordu sembolü üzerinden göstermektedir. Lissitzky  resminde ise her geometrik şekil düzensiz gibi gözükse de, sembolik olarak kare şeklinde bir ev, önünde ise bir insan diye yorumlayabileceğimiz bir figür görürüz. Ev üzerinde yükselen dikdörtgen panoda kiril alfabesiyle bir yazı bulunmakta, onun üzerinde saat bulunmaktadır. Saat bir zaman kavramı olarak, verimlilik vurgusu yapmaktadır. Bilgi, kendini bir bütün olarak göstermektedir. Çok parçalı, dağınık ve ifade etme biçimleri farklı olsa dahi, temayı bir arayış olarak kodladığımızda farklılıklar bir aynılaşmaya yaratıyor. Atılan çentikler anlamamıza yardımcı olmaktadır.

                                                                                             

Dünyanın Kökeni (Gustave Courbet)

Ütopya, birey, toplum ve İthaka tanımlarının hepsi birbirinden farklı, diğer yandan ise yeniden tanımlanmayı bekliyorlar. Değişimin öznesi olarak insanın, yeni bir görme biçimi yaratmadan gelecek tahayyülleri eksik kalıyor, çünkü bireysel ütopya, günün toplumuna verilen kişisel bir cevap olarak ortaya çıkıyor. Örnek verecek olursak, hem kendisi hem de ürettiği eserler açısından özellikle Gustave Courbet‘in “Dünyanın Kökeni” tablosunda, bireysel -aynı zamanda toplumsal olan, ütopyanın tam olarak burada devreye girdiğini görüyoruz. “Dünyanın kökeni nedir?” sorusuna verdiği cevap, Courbet’in bize attığı bir işaret fişeğidir.

Ütopya, yani kurgusunun içinde saflık, coşkunluk, erdemlilik barındıran, aktüel bir soru soran ve soruya cevap vermeye çalışan, formların değişimi ile birlikte varolanı değiştirme arzusunun kendisidir demek belki yanlış olmaz, fakat muhakkak ki eksik kalacaktır. Yolculuğumuzun, yani hikayemizin kendisi de, tam da bu eksikliği doldurmak noktasında devam edecektir çünkü insan evreni sadece anlamaya çalışan değil onun değiştirici öznesi olmayı, varoluşuyla birlikte kabul etmiştir. İnsan bağlam olarak evrenin kendisidir.

“…tamamen cahil bir köylü şöyle dedi: “Şimdi insan olmaksızın dünyanın da olmayacağını anlıyorum.” Eğitimci şöyle yanıtladı: “Diyelim ki, yeryüzündeki bütün insanlar ölmüş olsun fakat yeryüzü, ağaçlar, kuşlar, hayvanlar, nehirler, denizler, yıldızlar… kalsın. Bunlarla bir dünya olmaz mıydı?”

“Yoo, hayır” diye heyecanla cevapladı köylü: “ ‘Bu bir dünyadır’ diyecek hiç kimse olmazdı ki.” ” (Ezilenlerin Pedagojisi, Paulo Freire)

 

Kaynaklar:

http://www.e-skop.com/skopbulten/rus-avangardi-formlarin-siyaseti-ve-tatlin-kulesi/2748

http://www.nobelprize.org/nobel_prizes/literature/laureates/1982/marquez-lecture.html

Eser ve yazar ismi yazılmayan alıntılar, Kavafis’in İthaka’sına aittir.

http://dusunbil.com/ted-kaczynskinin-kaleminden-ahmaklar-gemisi/

http://www.e-skop.com/skopbulten/dunyanin-kokeni-o-mu-courbetnin-unlu-resminin-diger-yarisinin-bulundugu-iddiasi/1136

Yanıt Bırakın