Skip to main content

RÖNESANS ÇERÇEVESİ VE ORTAÇAĞ METODOLOJİSİ

Baturalp Kuyucuk

İnsan zihninden yola çıkabilecek her harita Tanrının lütfuna ya da erişilmezin gizemselliğine kendini hapsetmişti geçmiş bir dönemde, peki biz bu dönemin bitişi ile başlanan yeni dönemin insanlığa ne gibi bir getirisi olduğuna bakarsak neler söyleyebiliriz?

Yaşadığımız dünya üzerinde hangi koşullardan geçerek bu çağın insanları olduğumuzu ve gelecek olana nasıl sahip çıkacağımızı kısaca ele almamız gerekiyor belki de.  Eğer hepimiz bu değerleri yok saymayıp milat diye kabul ediyorsak, yine onları yeterince bilinir ve anlaşılır kılmak bizlerin görevi değil midir acaba?

Rönesans hareketi, bünyesinde ‘’yenileme’’(renovation) kadar yenilik yapmayı (innovation) da barındırmıştır. Bu yol haritasını bütün hatları ile kavramamız derinlemesine araştırmalara tabi olsa da,  kısaca genel düzen şeması çizdiğimizde ortada bir Brikolaj devrinin varlığından bahsedebiliyoruz. Bu sefer insan zihninin bütün heves ve isteği antikite ile yoğrulmuş klasik bir sanat üzerinde, ‘’Orta’’ Çağ’ın uzun parazitinden sonra antik geleneklere, öğretilere ve algılara yeniden adaptasyon sürecinin başlangıcı ile karşı karşıya kalıyor insanlık. Tarihçilerin sundukları bulgular ise antikitenin keşfine ilişkin sürecin çok daha eskilere dayandığını söyler. Bu bulgular belki de bizleri İskender’den sonraki dünya üzerinde Roma İmparatorluğunun başlattığı Delos Adası ticareti noktasına çıkartır(bkz. R.R.R. Smith’ın ‘’Helenistik Heykel’’ adlı yapıtı) Dünyaca ünlü İsviçreli tarihçi Jacop Burckhardt Rönesans’ın temelinde yatan noktaların antikiteye duyulan eşsiz merakın değil, İtalyan ‘’ruhu’’nun yeniden birleştirilmesi olduğunu belirtir. Ancak dünya üzerinde bu konuyu derinlemesine ele alıp, konunun bir çok farklı noktaya temas ettiğini öne süren sonraki araştırmacılar, İtalyan ruhu temasından ziyade ‘Antikite ve klasik sanata duyulan ilgi’’ üzerinde karar kıldı. Yine Burckhardt’ın on dokuzuncu yüzyıla özgü üslubu ile İtalyanlar ‘’modern Avrupa’nın doğurduğu ilk çocuklardı.’’ Değişi modernitenin ilk işareti, bir sanat yapıtı, insanın ve dünyanın keşfi ve her şeyin ötesinde Burckhardt’ın ‘’bireysel olanın gelişimi’’ dediği şeyleri içeriyordu.

Brikolaj devrini veya aydınlanma çağını, ismini her ne şekilde telaffuz etmek istersek bu evrede, oluşumunu farklı gruplardan beslenerek tamamladı diyebiliriz. Örneğin dört farklı diaspora burada belirgin rol üstlenir. Bunlardan en önde geleni Yunan Diasporasıdır. Yunan diasporası Rönesans oluşumuna adapte olurken tarihsel sahnede de en sansasyonel konu bütünlüğünü taşır. En çok bilineni ise Osmanlı İmparatorluğunun Fatih Sultan Mehmet komutasında Konstantinapol’ü fethetmesi ile Batı medeniyetlerine sığınan Yunanlılar ile alakalı. Ancak fetih sonrası da bir hoşgörü çerçevesi çizilmediği algısı bizleri yanıltmasın, Fatih’in askeri dehasının yanı sıra üst düzey donatılara sahip olduğu, bunlar arasında resim, mimari, edebiyat, antik dillere olan hâkimiyeti tartışmasızdır, kendisi fetih sonrası ilk on yıl içerisinde şehrin siluetine bir hakarette bulunmadan, iyi analizler ve tetkikler sonucu ilk mimari yapısını inşa ettirdiğini belirtmek isteriz. Yine sonraki süreçte şehirde birçok farklı etnik kimliğin huzur içerisinde yaşadığının, farklı kimliklerin de yine devlet kademelerinde görev aldığının altını çizelim. On beşinci yüz yılda Batı’ya göç eden yunanlıların ise antik bilginlerin, filozofların ve klasik metinlerin orijinal dillerde basılmasında büyük rol üstlenmişlerdir.

İkinci bir oluşum ise sanatçı ve hümanistlerden oluşan İtalyan diasporasıdır. Bu evrede Avrupa’nın farklı bölgelerine dağılan örneğin Antwerp veya Lyons gibi şehirlerde tüccar olan, estetik yargıları dönemin toplumsal yapısında maksimize olmuş İtalyanlar.(Bu örneği ilerleyen yazında detaylıca ele alacağız.)  Üçüncü bir oluşum ise matbaacılık alanında milat olan Almanlardan söz edebiliriz. Ayrıca Avrupa’nın bir çok farklı bölgesinde yaşayan Alman sanatçıları es geçmememiz gerekir. Sonuncu oluşum ise eksen olarak daha kuzeyde belirginlik taşıyan Hollandalı ressam ve heykeltıraş diasporasıdır. Bu gibi toplulukların çağın getirilerinden fazlasını elde edebilecekleri model ‘’Rönesans tepkisi ’’ oldu. Rönesans antikiteyi nasıl yeniden yaratıyorsa, bu değerleri detaylıca yeniden işleyip yaşam sahasına yenilenerek sokuyorsa, antikite de aynı işlevselliği karşılıyordu bu çağın önünde. Antikitenin algılarına sahip aydınlanma çağı sanatçı ve yazarlarının üstlendiği görev bir taklit görevi değildi, işte bizlerin, Sanat Tarihine gönül vermiş kişilerin üstleneceği görevlerden bir tanesi ise bu sanatçıların yarattığı eserlerin taklitten ziyade ince eleyip sık dokuyarak bir dönüştürme eylemini gerçekleştirdiğini görmemiz ve yansıtmamız olacak.

ANTİKİTEYE BÜRÜNMEK

Aydınlanma çağının derin erdemliliği içine doğru, birazda retorik bir dilde pekiştirirsek(studia litterarum)

‘’Ey bana yol gösteren ozan,

bu çetin yolculuğa çıkartmadan önce beni,

 bak bakalım erdemlerim yeterli mi?’’

Cennet / II. Kanto

Dedi bizlere Dante.

Ortaçağ serüveninin bitiş noktasına göz kırptı. Yeni bir oluşumun bütün hızıyla geldiğini ve bilginin üst üste eklenerek dönemin formlarını aşabileceğini ön gördü.  Günümüzde kendisinin Ortaçağ’a ait olduğunu düşünmekteyiz ama on beşinci ve on altıncı yüzyıl Floransa’sında adı sıklıkla Aydınlanma Çağının başlangıcını yazan(1330 – 1340) en güçlü dili Petrarcha ile anılırdı. Yine Dante’nin kuşağında klasik modelleri ön plana alan Padualı tarih yazarı Albertino Mussato’nun varlığını hatırlamalıyız. Klasik normların ve yeni oluşturulanların tanımını, bizlere en sade dili ile Hollandalı hümanist Justus Lipsius yapar. ‘’Politics’’ adlı yapıtında klasik pasajların ışığı ile ‘’Her şey benimdir.’’ Ama aynı zamanda ‘’Hiçbir şey bana ait değildir.’’ fikrini savunur.

Peki, insanlığın atlattığı bu koşulların yine insanlığa dair ne gibi bir getirisi olduğunu ve bunları nasıl anlaşılır kılacağımıza ilişkin sorularımızın cevabını kronolojik olarak cevaplayabilir miyiz?

Fransa çıkışlı modeller olduğunu bildiğimiz Gotik, şövalyelik ve skolâstik felsefe yıllarca hükümranlığını sürmüşken yine aynı dönemde İtalya sınırları içerisinde neden etkisini bu denli gösterememiş olabilir. Bu sorular bizi tabi ki de Burckhardt’ın ‘’İtalyan Ruhu’’  dediği noktaya çıkarıyor aslında. İtalya sınırları içerisinde özerk şehir devletlerinin varlığı bunda şüphesiz etkin rol oynar, ancak Bologna ve Padua gibi başı çeken üniversitelerde teoloji yerine hukuk, tıp ve sanat gibi dalların teorikten pratiğe işlenmiş halleri dinselden çok laik, askeriden çok sivil bir alternatif kültüre ulaşma imkânı tanımıştır. İşte insanın keşfi tam bu noktada bizlerin karşısına çıkıyor. Dönemin koşullarının ötesine geçmekten ziyade dönemin ilgisinin kimileri tarafından farklı işlendiğini bizlere gösteriyor. Dünya kararsız ve metanetsiz bir yörüngede giderken, kararlarını tanrının lütfüne ve erişilmezin kısır döngüsü üzerinde hapsetmiş bu çağda, İtalyanların bir adım ileri gidişini belki de bir adım geriye gidiş olarak algıladı, şüphesiz İtalyanlar en geriye, antikiteye gitti. Peki, Ortaçağ’ın üzerinde oynanan antik oyunlar nelerdir diye sorsak, cevabı tam olarak nerde aramamız gerekebilir. Günümüzün birçok bilimsel tekniğinin ilk adımları, ilk izlenimleri, ilk metotları, yaşamın her sahnesine sinmiş ilk emeklemeler. Sanırım cevabı ayaklarımızı sıkıca bastığımız noktaya çevirmemiz gerekiyor, yani yeryüzüne, toprağın pürüzlü tenine.

Yunan mitolojisinde şiirselliği ile Gaia, bir doğu efsanesinde balina sırtında ya da başka bir inanışta tosbağanın sırtında konuşlanarak karşımıza çıkar. Antik devirde insanlar Yer’in biçiminin nasıl olduğunu bilimsel olarak düşünmeye başladıklarında ilk olarak Thales’e danıştılar. Thales yerin yüzeyinin düz bir daire olduğunu söyledi, ardından Platon ve Aristoteles’in yazınları yuvarlak-dairesel fikrini empirik gözlemlere oturttu. Ancak öyle görünüyor ki yalnızca Parmenides Yer’in küre biçiminde olduğunu sezmiş, onu da Pythagoras mistik-matematiksel yöntemleriyle devam ettirmiştir. Küre biçimi ile ilgili kuşkular, Demokritos ve Epikuros ile devam eder diyebiliriz kısaca. Ancak devlet desteği ile bilimsel metotların işlenmesi olgusu İskender’in ölümünden sonra ayrılıkçı kumandan Ptolemaios ile başlar. Ptolemaios yerin yuvarlak olduğu üzerine çalışmalarını yürütmüştür, yine bildiğimiz üzere İskenderiye’de yapılan tetkikler neticesinde üç yüz altmış meridyen derecesine bölünmüş bir yerküre sonucuna varır. Pagan inanışın hüküm sürdüğü topraklarda bilimselliğin ne derece sonuçlara geldiği konumuz arasında değil, ancak hristiyanlığın ne ölçüde İskenderiye Kütüphanesi’ni vurduğunu konuşabiliriz bu konuda. Dairesel, yuvarlak ve küre biçimli dünya metotları konuşulurken, birden ortaya Hıristiyanların kutsal kitaptaki mişkanı temel alarak, pagan inançlı bilimsel metotlar geliştirmiş topluma ‘’Düz Yeryüzü’’ fikrini sunması bir tesadüfî safsata olmamalı.

Evrenin, Mişkan(tapınak) biçiminde yeniden kurulması, Kosmas İndikopleustes

Peki, ortaçağ üzerinde bu gibi fikirler tesir etmiş midir?

Sanıyoruz ki cevap çok açık, düz yeryüzü var mıdır yok mudur söylentilerinden ziyade, bu fikirler ilk kez somut olarak yedinci yüz yılda eski Yunanca dili ile yazılmış metinler olarak insanlığa sunuldu. Ortaçağ süresince de eski Yunancaya hâkim kişi sayısı toplum düzeyinde mikro seviyedeydi. Buradan yola çıkarak düz yeryüzü fikirlerinin makro seviyeye hiçbir zaman çıkmadığını söyleyebiliriz. Ayriyeten on ikinci ve on üçüncü yüzyıllar arasında antik öğretileri temellendiren Ptolemaios’ların Almagest’i ve sonrasında Aristoteles’in metinleri çevrilir. On üçüncü yüz yılda yine Ptolemaios’tan esinlenerek yazılmış birçok yazın bulmak mümkündür, bunlardan bir tanesine örnek olarak Johannes de Sacrobosco’nun ‘’Tractatus de Sphaera Mundi’’ adlı eseridir. Şüphesiz yeryüzü ve gökyüzü gözlemleri adına otorite sağlamış bir isimdir. Yine Ortaçağ boyunca bu gibi öğretilerin temel dayanağının antik tekniklerin devamlılığı, gözlemlerin geliştirilmesi olduğunu aklımızdan çıkarmamız gerekir. Eco, bizlere ayriyeten Ortaçağ boyunca bilimsellik adına antikiteden sıkı bir şekilde yararlanıldığını ve antikitenin öğretilerine en somut olarak Ortaçağ’da işlenen Quadrivium denilen derslerin varlığından bahseder. Bizlerin yine sayarak bitiremeyeceği sayısız bilim dalının temelleri binlerce yıl öncesinde farklı izlenimler çerçevesince işlendi, bunları araştırdıkça dünya üzerinde insanlığın kaçınılmaz bir Rönesans’ının olacağını biliyoruz ve daimi olarak aydınlanma çağını yaşadığımızın farkında olmamız gerektiğini insanlığa vurguluyoruz.

Johannes de Sacrobosco ait gravür çizimi

 

KAYNAKÇA

Burke, P. (2016).  Avrupa’da Rönesans, Merkezler Ve Çeperler (1. Baskı). (U. Abacı, Çev.). İstanbul: Islık
Yayınları

Alighieri, D. (2017). İlahi Komedya – Cennet (24. Basım). (R. Teksoy, Çev.). İstanbul: Oğlak Yayıncılık

Eco, U. (2015). Efsanevi Yerlerin Tarihi (1. Basım). (K. Atakay, Çev.).  İstanbul: Doğan Yayınları.

Eco, U. (2015). Ortaçağ (4. Basım). (L.T. Basmacı, Çev.). İstanbul: Alfa Basım Yayımları

https://en.wikipedia.org/wiki/Calumny_of_Apelles_(Botticelli)#/media/File:Sandro_Botticelli_021.jpg

http://www.rugusavay.com/who-is-johannes-de-sacrobosco/

Sıradaki gönderi

Yanıt Bırakın