”Alemi ve içindekileri şaşkın şaşkın seyrederken kısacık ömür tükendi. Yarana ne zaman ilaç süreceksin?”1
Bu yazı serisinin birinci kısmında meczup kavramı üzerinde durmuştuk ve ikinci bölümde anlatımızın meczuplara dair hikâyelerle/şiirlerle süslü olacağını yazmıştık. Girişte yaptığımız alıntıyı bir rivayetle anlamlandırıp Feridüddin Attar’a kulak vermeden önce meczupların efsunlu ruh dünyasına dair birkaç söz söylemeye çalışalım.
Daima süren bir düşünme hali insana ızdırap verir. Sonundaysa bu ızdırap insanı kendisine, ruhuna vardırır. Bir önceki yazıda meczuplar için ”Düşünce ve ruh adamları” ibaresini kullanmıştık. İşte baştan başa fikirden, manadan ve ruhtan oluşmuş bu insanlar sırlarla dolu benliklerinin inşasında alemi bir ayna gibi seyretmiş ve orada kendilerini görmüşlerdir.
İnsan, düşündükçe genişler, genişledikçe ızdırabı artar, ruhuna varır, ferahlık bulur.
”Eğer ömründe bir ferahlık istersen
Ruh maşrapasından hayat suyu iç”2
Şimdi ilk sözün sahibi Feridüddin Attar’ın bu dünyadan el etek çekmesine, masivayı bırakıp maveraya yönelmesine sebep olan rivayeti aktaralım:
”Ferîdüddîn Attâr, bir gün dükkânında oturuyor, marifetli ve usta işçileri karşısında elpençe divan duruyorlardı. Tam bu esnada, görünüşte divâne ama hakikatte hikmet erbabı bir zat aniden dükkânın önünde göründü. Attâr’ın dükkânına bakıp yaş dolu gözleriyle derin derin âh çekmeye başladı.
Bunu gören Attâr:
‘Ey derviş! Dükkânın önünde ne âh çekip, durursun! Senin için uygun olan buradan bir an önce geçip gitmendir!’ dedi.
Bunun üzerine meczûb:
‘Efendi, efendi! Ben sırtında yükü gayet hafif olan bir kimseyim, üzerimde bulunan hırkadan başka bir şeyim yok. Geçip gitmek benim için mesele değil.Şu pazardan istediğim an geçip giderim. Sen üzerindeki yüke ve ağırlığa bak, basiretli ol da kendini düşün!’ dedi.
Attar: ‘Ben geçip giderim diyorsun. Nasıl geçip gidersin?’ diye sordu.
Bunun üzerine divâne görünüşlü kimse, üzerindeki hırkayı çıkarıp yere serdikten sonra, hırkanın üzerine uzanıp başını yere koydu ve derhal ruhunu teslim etti. Bu manzarayı müşahede eden Attâr’ın hali değişti, meczûbun sözleri sebebiyle gönlü dertle doldu. Bu hadiseden sonra mücahede ve riyazetle meşgul oldu.”
Erzurum’lu İbrahim Hakkı’nın söylediği gibi: ”Harabat ehlini hor görme/ Defineye malik viraneler var”
Aktardığımız bu vakanın ardından üzerinde durduğumuz meseleleri konuşup da 19. yüzyılda yaşamış Filibeli Ahmet Hilmi’yi ve onun Amak-ı Hayal eserini anmadan olmaz diye düşündük. Söz konusu kitap, kahramanımız Raci’nin bir mezarlıkta Aynalı Baba adındaki meczupla karşılaşması ve burada yaşadığı birtakım ruh maceraları etrafında döner. Kısa bir alıntı yapalım ve devamını okumanız için size bırakalım:
”İkinci gün mezarlıktan çıkıp eve gittim. Annem şaşkındı. Her gece beni aklını yitirmiş bir sarhoş gibi görmeye alışmıştı. Geceleri eve sabaha doğru dörtten beşten sonra gelirdim. Hasta olmadığıma güvence verdikten sonra kendi halime bırakıldım. Gördüğüm hayalleri düşünerek vakit geçirdim. Çok erken uyudum. Ertesi günü erkenden çarşıya gittim. Birkaç küçük tencere, tabak, sahan, kaşık, mangal gibi eşyalarla yağ, pirinç, kahve gibi şeyler aldım.
Erkence mezarlığa geldim. Aynalı Dede kulübesinin önünde oturuyordu. Hediyelerimi reddetmedi, kahve pişirdi. Bir süre sohbetten sonra yemek yedik. Biraz uyuduk. Sonra kahvelerimizi içtik. Dede neyi eline aldı, önceki gün gibi güzel sesiyle gazel okuyarak neyi üflemeye başladı. Okuyordu:
Sen gibi bir saile/ Senin gibi bir dilenciye
Hayf değil mi gaile?/ Yazık değil mi savaş?
Olma meşgul hal ile/ Uğraşma ne şimdiyle
Derd-i istikbal ile/ Ne de gelecek derdiyle
Dem bu demdir, Dem bu dem!/ Gün bu gündür, gün bu gün!”3
Bugün şehirlerimizde pek nadir karşımıza çıkan mana erleri meczupların izlerine, sizlere bir kısmını aktarmaya çalıştığımız kitap köşelerinde, şiirlerde, kıssalarda rastlıyoruz. Kültürümüzde önemli bir yeri olan hikâye anlatıcılığı geleneğiyle de onları yıllar sonrasına dahi taşıyacağımıza inanıyoruz. Haklarında daha çok şey bilmek ve aktarmak istediğimiz bu insanlara dair birkaç hikâye ve bir şiir paylaşıp bu anlatıyı tamamlayalım.
Aşûm Dede
Saraçhanebaşı’nda yaşayan Aşûm Dede, hep susku içre dolaşan bir zâttır. Lakin bu suskunluk, tehlikeye değil daim bir tefekküre de işarettir. Divaneler, bir takıntıdan çok onları divane kılan bir hakikat sebebiyle susmakta, hâlin lisanı ile konuşmaktadırlar.
Aşûm Dede, Bir çevre gönüllüsü gibi caddelere yuvarlanan ve işe yaramayan taşları kaldırarak yolları temiz tutmayı adet haline getirmiştir. Divaneliğin kimi kurumlarda hırpanîliği çağrıştırmasına karşın Aşûm Dede Gibi bu algıyı boşa çıkaran bir çok örnek bulunmaktadır. Bazıları mesken tuttukları muhiti manen koruma görevi üstlenirken bazıları da titizlikleriyle öne çıkar ve yaşadıkları yeri bir Gülistana dönüştürür.
Evliya Çelebi, Aşûm Dede’nin nerede sırlı olduğunu bilmediğini dile getirmektedir.
Meczub Memiş
19. yüzyıl meczûbininden Meczub Memiş, “Memiş Paşa” olarak da anılır. Yaşadığı devirde çarşı pazarın oldukça aşina olduğu bir sima olan Meczub Memiş’in başında uzunca bir armudî fes bulunur. Giydiği setresinin ön kısmında bulunan tenekeden yapılma nişanlardan naşi Meczub Paşa denmiştir.
Belinden kılıcı asla eksik olmaz. Rivayete göre, “ Paşa bu kılıcı sana kim verdi?” dendiğinde,
“Moskof kralı verdi.” der. Ardından “Hele vermeyeydi” karşılığını verir. Etraftakiler “Vermeyeydi ne olurdu?” dediklerinde ise
“Tacını tahtını başına geçirirdim” diye nida eder.
Onu tanıyan muzipler
“Sallan Paşa” der demez gerdanını dışarı çıkarıp kollarını iki yana açar, öne arkaya sallanmaya başlayınca tenekeden nişanları da şıngırdatır.
Horos (Horoz) Mehmed Dede
İstanbul’un divâneleri ya da daha özelde cezbelileri söz konusu olduğunda, başlangıç noktamızı İstanbul’un fethi belirlemektedir. Zira İstanbul’un fethi sıradan bir kuşatma
olmayıp gelişimi ve sonraki dönemlere yansıması bakımından çok boyutlu bir hadisedir. Çeşitli halklara mensup askerler ortak bir amaç uğruna bir araya gelerek muazzam bir ordu oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Toplumun her katmanının neredeyse bir aynası olan bu orduda, özellikle dikkat çeken figürler meczûb erlerdir; zira yaşamı renklendirmeleri yanında büyük bir manevî şevk katmışlardır. Eldeki bilgiler ışığında, Fetih ordusunda ele alacağımız ilk figür Horosî ya da Horoz Dede’dir.
Horasan erlerinden olduğuna inanılan Horosi Dede’nin Akşemseddîn, Sivasi Kara Şemseddîn, Mollâ Gürâni, Emîr Buharî, Mollâ Fenârî, Cübbe Ali (bkz. Cebe Ali), Ensari Dede, Mollâ Pûlâd, Aya Dede (bkz. Aya Dede) ve Hatablı Dede (bkz. Hatablı Sultan) gibi Fetih ordusundaki Allah dostu yetmiş yedi ulu sultandan biri olduğu rivayet edilir. Fetih’ten önce Fatih Sultan Mehmed Han, bu mânâ erlerinden himmet rica eder. Fethin ardından her birine zaviye, türbe, medrese gibi manevî bir eğitimin gerçekleştirilmesinde başat bir görev üstlenecek olan eğitim ve hizmet kurumları inşa ettireceğinin
müjdesini verir:
-“İslâmbol devletinin nısfi sizin ve nisfi guzât-ı müslimînin ve rub’i hakîrin olup mâl-ı ganâyimle her birinize birer zâviye ve türbe ve imâret ve mekteb ve medrese ve dârü’l-hadis tetimme-i medarisler binâ edeyim.”
Dede’ye verilen Horoz lakabı, Fetih sırasında her saat başı horoz gibi çırpınarak “Kalkın ey gâfiller” (Kûm yâ gâfilûn) diye nida edip gazaya katılan Müslümanları uyandırmasından gelmektedir.”
Fethin ardından İstanbul, yüzyıllar boyu bir ilham kaynağı olur. Fethe katılıp gazi olan Horoz Dede gibi seçkin kişilikler, daha sonra gerek maddî gerekse de manevî açılardan şehrin imarı için farklı semtlere yerleşmişler ve bulundukları muhitleri aydınlatmaya devam etmişlerdir.
Horoz Dede de Yavuz Er civarına yerleşir. Vefatının ardından Unkapanı dışındaki türbesinde sırlanır ve yanı başına bir çeşme yaptırılır.6
Divanelere dair bir şiir:
Mezarlıkta Akşam Konuşmaları
I.
Kırk yıl beklenip görülmeyen rüyalar
Yaz akşamlarında ölülere malumdur
Talihin toprağa bakan yüzü
alametidir bir düş yaklaştığının
Gazelhanların sesi Şemsipaşa’da
Kubbelere beyit beyit yükselir
Ölülerden duyulan gazeller ile
Cümle insan rüyalarda dirilir
II.
Divaneler, geceyi ağaç kovuklarında arar
Seyrettikleri kabirlere yürür ve
Karanlıkta ışıyan ruhlarının yanına
Harp zamanından yanık ellerini koyarl
O zaman bir çift kanat olan esvaplarıyla
Sıyrılırlar, bağlara düşen gölgelerinden
Selviler, söğütler kovuklarında
Sırlarıyla dolup taşar, inlerler
III.
Avlular uzak, insanlar gece için temkinli
Sıkı sıkıya kapalı pencereler ardından
Yalnız çocuklar merak eder ne olup bittiğini
Dışarıda sürü halinde kuşlar
Bir insan görmek için bağırırlar evhamla
Seslerine gizlenmiş haberleri büyüktür,
Uçuşup dururlar zifiri karanlıkta
Sayıları artık kırkta tamam olmuştur
İnsanlar açmazlar ısrarla perdeleri
Yalnız selviler, söğütler ve çocuklar görür
Kuşlara karışan divaneleri7
Yazının birinci bölümüne dönüş olarak sizden gelen bir hikaye:
”Her yerin bir meczubu vardır hakikaten. Bizim buraların da var. Konuşmaz, konuştuğunda anlaşılmaz.Tek bildiği hiç yorulmadan ilçedeki hatta köylerdeki tüm camiileri gezmek, namaz kılmaktır. İlçede sevilir, iyi bakılır. Çok temizdir, sarığından anlaşılır.
Yakın zamanda ilginç bir hadise vuku buldu:
Hali vakti yerinde olan bir dostumuz Hacc’a gitti. Tavaf sırasında bir bakmış ki bizim buranın meczubu. Yetişmeye çalışmış ama o gözden kaybolmuş. Hayret ve gözyaşı içinde tavafına devam etmiş. Hacc dönüşü bizim meczubun akrabalarına gitmiş ve durumu anlatmış.
Bu olayın üzerinden çok zaman geçmeden dostumuz ve bizim meczup kutsal topraklara beraber gittiler. Bu olayı birinci ağızdan dinlediğimden beri meczuplar ve hikayeleri beni çok etkiliyor.”
*Öneri köşesi: Sedat Anar’ın, Amak-ı Hayal kitabındaki bazı şiirleri bestelediği parçaları linke tıklayarak dinleyebilirsiniz:
Ben o’yumki: https://youtu.be/swNcvfQnwfc
Göz: https://youtu.be/pMus1GWNyRg
1 Mantıku’t Tayr, Feridüddin Attar
2 Osmanlı Saray Hazinesi, bir antikanın üzerinde yazılı olan cümle http://www.antikalar.com/osmanl-saray-hazinesinden-tutya-eserler
3Amak-ı Hayal Kapı Yayınları 2011 Sf. 45- 46
4 Nurullah Koltaş, İstanbul’un 100 Divanesi, İBB Kültür A.Ş. Yayınları, 2016, Sf 65
5Nurullah Koltaş, İstanbul’un 100 Divanesi, İBB Kültür A.Ş. Yayınları, 2016, Sf 127
6Nurullah Koltaş, İstanbul’un 100 Divanesi, İBB Kültür A.Ş. Yayınları, 2016, Sf 22,23
7Betül Aksakal Karabatak Dergisi 45. Sayı, Sf 85
Yazarımız Betül Aksakal’a teşekkürlerimizle.
Harika bir yazı. Aynalı babadan, ruhunu sahip olduğu tek hırka üzerinde teslim eden insanın hor gördüğü aslında göremediği o koca değerler… Gerçekten hiç bitmese diyerek okudum. Umarım devamı da gelir.
Hiç Meczup kişiye rastlamadım lâkin Allah’a dost olmak için uğraşan dostlarımızdan sık sık yaşadıkları yahut aile büyüklerinin yaşadıklarını dinlerdim. Çocukluğumdan beri, insanların hor gördükleri güzellere büyük bir muhabbet duyuyordum, kendime çok yakın hissediyordum. Birgün bir aile dostumuz:
– Allah Dostları hakikat yurduna çıkar bazıları o güzellikleri gördükten sonra dünyaya iner insanları o güzelliklere çağırır bazıları ise güzelliklerden dönemez. demişti.
Ancak o günden sonra anlayabildim hallerini, ahvâllerini yahut anladığımı sanıyorum.
Hakikaten çok değerli bir yazı olmuş, insanı o güzel dünyaya götürüyor.
Ben de isterdim modern dünyanın buhranlısı değil de huzurlu meczubu olmayı. Yalnızca şunu biliyorum gerçeği ararken akıl kaybolmalı.
Yazar kişiye şükranlarımı sunuyorum.
Yâren, yağmur sonrası aydınlığında hergün bir yeni notası keşfedilen kuşlar ile nemli hemheme arasında, meczupların ânı deyip okuduk elhamdülillah. Kendileri, içten içe bir gıpta ile tarafımda merak uyandıran kimseler olup, zerrece “desinler diye” hayat sürmeyişleriyle gıpta saikidirler. Su gibiydi. Uzun zamandır severek insan sözü okumamıştım.
Gene soluksuz okudum başkanım, kaleminize ve yüreğinize sağlık. Devamını bekliyorum