Başlangıcı, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkımıyla tarihlendirilen, Rönesans hareketleriyle de son bulan döneme Orta Çağ adı verilir. Siyasi ve kültürel anlamda büyük bir kargaşanın içine sürüklenen Avrupa’da, oluşan otorite boşluğunu Katolik Kilisesi doldurmuş ve yüzyıllar boyunca gücüne güç katmıştı. Kilise ve birtakım aristokratlar yönetimi ellerinde tutuyor, güçlü krallıklara dahi geçit vermiyordu.
Sanat, felsefe ve diğer tüm düşünsel-kültürel etkinlikler skolastik düşüncenin tekelindeydi. Sanat da bu karanlıktan payına düşeni fazlasıyla almış, kilise kendi sanatını kendisi yaratmıştı. Bu sanat anlayışına İtalyan Sanat Tarihçisi Vasari, aşağılamak için gotik ismini verdi. Roma İmparatorluğu’nu Gotlar yıkmış ve şehirleri harap etmişti. Yani bu kelime, bu yeni akımı barbarca olarak nitelemek için kullanılmıştı ama bu üslubun Gotlarla bir alakası yoktu. Yine de kendisini Roma’nın varisi olarak gören İtalya’da Gotik Sanat, özellikle de mimari, Milano Katedrali ve birkaç yapı dışında büyük bir yayılım gösteremedi.
Yeni denemelere oldukça mesafeli olan ve otoritesinden de ödün vermek istemeyen kilise, sanatçıların önüne taş koyuyordu. Resim sanatı yalnızca kiliselerde gelişim gösteriyor, dini tasvirlerin dışına çıkılmasına din adamlarınca karşı çıkılıyordu. Usta-çırak ilişkisiyle loncalarda yetişen ressamlar, genelde İncil’de geçen sahneleri canlandırıyordu. Birbirini sürekli taklit eden bu resimler, mekanı perspektifi ve gerçekçiliği de önemsizleştiriyordu. Thomas Aquinas önderliğinde İncil ve Aristoteles öğretileri uzlaştırılarak ortaya çıkan Skolastik Felsefe ve İncil’e göre evren sınırlıydı, hal böyleyken doğaya yönelmek ve onu incelemek anlamsızdı. O yüzden ne insan anatomisinin, ne de resimde kullanılan arka planın, doğanın bir önemi yoktu. Yalnızca resmettikleri ana odaklanıyorlar, kişilere ne bir canlılık, ne de hareket katmaya yönelmiyorlardı. (Işık, gölge, perspektif, anatomiye uygunluk, mekan kullanımı gibi kavramlar 15. yüzyıldan sonra gelişme gösterecekti.) Belirli dini figürleri, kalıplaşmış motiflerle yüzlerce yıl resmeden ressamlar, kimi zaman eserlerine imza dahi atmıyordu. Hatta bu dönemde resim sanatı, edebiyat kadar takdir edilmiyor, şairler ressamlardan daha üstün görüyordu.
Skolastik düşüncenin estetik anlayışı en çok da şehirlerde, göklere süzülürcesine duran katedrallere sinmişti. İnanışlarına göre kirli ve günahkar olan insanlar için tanrıya ulaşmanın tek yolu kilise ve din adamlarından geçiyordu. İnsanlarla, kurtarıcı arasında kendini bir aracı olarak gören din adamları da yüksek katedraller ve kiliseler yaptırıyor, tıpkı Mısır’daki piramitlerde olduğu gibi zaman zaman halkı buraların yapımında zorla çalıştırıyordu. Zaten zamanla insanlar kilisenin aracılığını reddedecek, mistik ve hümanist düşüncelerin yayılmasıyla önce Rönesans, sonra da Reform’un ayak sesleri duyulacak ve Avrupa’da yepyeni sanat akımları doğacaktı.
Fransa’da ortaya çıkan ve en etkileyici örneklerini de katedrallerde veren Gotik mimaride, taş ağırlığından sıyrılmıştı ve sürekli daha yükseğe çıkmak isteniyordu. Gotik yapılardan önce kullanılan Romanesk üslubun kısa, kalın duvarları ve payandaları yüzünden yeterli pencere konulamıyor ve mekanlar loş kalıyordu.
Yeni arayışlara giren mimarlar, o güne kadar kullandıkları yuvarlak kemerlerle çıkabilecekleri yüksekliğin sınırlı olduğunu anladılar. İslam mimarisinde de sıkça kullanılan sivri kemerlere geçiş yaptılar ve Romanesk üslubun da çapraz tonozunu geliştirip kaburgalı tonoza geçtiler.
Olabildiğince ince ve uzun yaptıkları duvarları desteklemek ve ağırlığı eşit şekilde dağıtabilmek için payandalara ihtiyaçları vardı. Ama payandalar da geniş pencerelere izin vermiyordu. Bu nedenle de ağırlığı merkezden alıp, uzaklaştırarak dağıtmaya karar verdiler ve uçan payandaları geliştirdiler.
Artık daha ince ve uzun duvarları vardı. İstedikleri kadar pencere kullanabiliyordu ve kutsal saydıkları ışık, iç mekana vitraylarla süsledikleri pencerelerden daha ahenkli şekilde giriyordu. Oldukça zahmetli olan bu üslupta, yapı her ne kadar farklı bölümlerde oluşmuş olursa olsun birbirinin içinde eriyor, bütünlük sağlanıyordu.
Tanrıya ulaşmanın amaçlandığı ve ruh varlığının yüceltilip madde formunu aldığı Gotik mimari, en yüksek denemesini de doğduğu topraklarda Fransa’da, Beauvais Katedrali’yle yaptı. Ama 153 metre olan kulesi ağırlığa dayanamayıp çökmüştü. Artık üstüne çıkılamayacaktı.
Skolastik düşünceler çerçevesinde gelişen ve dini kaygılarla kendisini var eden Gotik Sanat, 15. yüzyılda kendini insana hizmet etmeyi amaçlayan Rönesans hareketlerine bıraktı.
KAYNAKÇA
GOMBRICH, E. H. (2020), Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi, İstanbul.
TURANİ, A. (2010), Dünya Sanat Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul
ECO, U. (2016), Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik, Can Yayınları, İstanbul.
Gayet akıcı, açıklayıcı ve net bir yazı olmuş
Fikrinize kurgunuza sağlık.
Muhteşemmmmm