Skip to main content

Özhan Kakış

Geçtiğimiz günlerde ÖSYM tarafından yapılan üniversiteye giriş sınavının sonuçları açıklandı. Bu sonuçlara göre 2 milyondan fazla öğrenci belki de profesyonel hayatlarını şekillendirecek bölümlerde eğitim almaya hak kazandı. Birçoğu ise bilinçsizce, sadece bir diploma sahibi olmak adına kontenjanları doldurdu. Bu sıkıntının en büyüğü de sanırım ‘Sanat Tarihi’ bölümünde yaşanmaktadır. Bu bölümden mezun biri olarak yaptığım gözlemlerde genellikle öğrencilerin %80-85’i bölüm hakkında fikir sahibi olmadan okumaya gelmiş kişilerden oluşmakta. Bu olumsuzluğun yanında bir de okullardaki yüksek kontenjan ve yetmezmiş gibi ikinci öğretim eğitimleriyle beraber 35 üniversitenin aldığı yaklaşık 2500 öğrenci sayısı, mezun olduktan sonra istihdam edilecek kişi sayısını katlamış durumda. Tüm bu olumsuz koşulların peşi sıra getirdiği bir diğer durumda niteliksiz öğrenci yetiştirilmesi. Bu durum sadece öğrenci sayısının fazlalığı, iş alanın azlığıyla değil ilk ve orta eğitimde verilen sanat tarihi derslerinin azalmasıyla birlikte öğrencilerin ilgisinin azalmasıyla ilgilidir.

1917’de Strzygowski’nin Türk Sanatı hakkında yazdığı yazılarla başlayan macera üniversitelere taşınmadan önce 1921 yılında yapılan 1. Maarif Kongresi’nde ilk defa liselerde ‘Sanat Tarihi ve Türk Tefekkür Tarihi’ dersi konulmasıyla dile getirilmiştir. Bu talebin gerçekleşmesi 1943 yılında yapılan 2. Maarif Kongresi’nden bir yıl sonraya kalmıştır. Lise tarih derslerinde Grek sanatı ağırlıklı olmak üzere bir eğitim başlamıştır. Bunun paralelinde ise 1924 yılında, cumhuriyetin ilanından 1 yıl geçtikten sonra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünde ‘İslam Güzel Sanatlar Tarihi’ dersi, 1926’da Ankara Gazi Öğretmen Okulunda sanat tarihi dersleri okutulmuştur. 1933 yılında yine İstanbul Üniversitesi’nde kurulan Arkeoloji bölümünde sanat tarihi dersi yerini bulmuş ve son olarak 1943 yılında Ernst Diez tarafından İstanbul Üniversitesi’nde Sanat Tarihi ayrı bir kürsü olarak kurulmuştur. Kurt Erdmann, Steven Runciman gibi önemli sanat tarihçilerinin önderliğinde ilerleyen bu disiplin, daha sonra yerini Avrupa’da eğitim almaya gitmiş Türk öğrencilere kalmıştır. Semavi Eyice, Oktay Aslanapa, Mahzar Şevket İpşiroğlu gibi donanımlı hocalar yeni nesilleri eğitmeye başladı.
Türkiye’de bu kadar geç kalmış bir disiplinin Avrupa ekolleriyle adım atması şaşırılacak bir konu değildir. Avrupa’da Sanat Tarihi çerçevesinin oluşması 18. yüzyıla kadar inmektedir. Tabi bu eğitim sadece üniversite düzeyinde kalmayarak ilkokula kadar indirgenmiştir. Tüm bunların getirisi olarak da ülkemizde hala yeteri kadar iyi çalışmalar gerçekleştirilememektedir. Peki sorunlarından, ülkemizde nasıl başladığından ufakça belirttiğimiz bu ‘Sanat Tarihi’ disiplini tam olarak nedir? Bu sorunun tabiki bir sözlük karşılığı birde kavramsal karşılığı vardır. Sözlüklere baktığımızda sanat tarihi; en yalın haliyle görsel sanatların tarihsel evrimini inceleyen bir bilim dalıdır. Başka bir deyişle tarih koşullarından doğan maddi kültür eşyasını inceleyen bilimdir, demek yanlış olmaz. Çünkü bir sanat tarihçisinin yaptığı şey aslında geçmiş medeniyetlerin kurduğu kültürleri anlayarak onu çağdaşı olduğu ve gelecekte kurulacak medeniyetler için birer basamak haline getirmektedir. Ülkemizde ise çervesi biraz farklı; eski kültürüne ait taşınır ve taşınma maddi ürünlerinin incelendiği bilim dalı olarak kabul edilebilir. Bu yüzden de bazen plastik sanatları inceleyen dal olarak ele alınır. Tüm bunlardandır ki sanat tarihçisinin alacağı en önemli eğitim gözünü eğitmektir. Çünkü toplum içinde estetik algısı,sanatsal farkındalığı ve analitik düşünme yeteneği en yüksek kişiler arasında olmalıdır.

Alınan bu eğitimlerden sonra bir sanat tarihçi ne yapar, nerede çalışır sorusunun cevabına gelirsek; başta Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın müzeler ve koruma kurulları gelir. Bunun yanı sıra Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü(DÖSİM) bünyesinde işçi olarak sanat tarihçilerin de alındığı bilinmektedir. Liselere 1957 yılından itibaren sanat tarihi derslerinin konulmasıyla öğretmenlik yolu açılmıştır. Fakat bu dersleri resim öğretmenleri de verebildiğinden dolayı ciddi bir iş alanı oluşmamıştır. Kısa bir dönemde olsa sınıf öğretmenliği hakkı verilmiş fakat birkaç sene içerisinde bu hak geri alınmıştır.

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde çeşitli kadrolar da sanat tarihçiler için birer alandır fakat devlet memuriyeti içinde sanat tarihçisi unvanı bulunmadığı için genellikle kadrolar arkeologlar tarafından işgal edilmiştir. Bir başka alan ise Valilikler ve Belediyeler bünyesinde oluşturulan Koruma Uygulama ve Denetim Birimleridir(KUDEP). Kesin olmamakla beraber üniversitelerin en büyük iş alanı olduğu söylenebilir. Bunun dışında özel sektörde, sanat galerileri, müzayede firmaları ve az da olsa arşiv/kütüphane sektöründe iş alanları yaratılmıştır.
Ne yazık ki var olan bu iş kollarında istihdam sayısının fazlaca yetersiz olmasından dolayı sanat tarihi mezunlarının oldukça ciddi bir kısmı farklı alanlarda kendilerine iş bulmaktadır. Yıllardır çözülemeyen bu sorun yakın süreçlerde de çözüm bulamayacak gibi durmakta Tüm bu olumsuzluklar karşısında tek temennimiz yetişen sanat tarihçilerin kendilerini maksimum seviyede eğitmesi ve gelişime açık olmasıdır. Aksi takdirde olumsuzluklar çığ olup büyümeye devam edecektir.

Yanıt Bırakın