Skip to main content

”..Bir rüyadan arta kalmanın hüznü”

 Bursa’yı anlatan yazı serisinin ikincisine Tanpınar’ın Evliya Çelebi’ye dair söylediği birkaç cümle ile giriş yapmak istiyorum:

”Evliya Çelebi, Bursa çeşmelerinden uzun uzadıya bahsettikten sonra sözü ‘Velhasıl Bursa sudan ibarettir’ diyerek bitirir. Canım Evliya sade bu iki cümlen için benim hafızamda adın Bursa ile birleşiyor. Sen Bursa’nın şiirini tadanların başında gelirsin ve bir gün senin ruhunu şad etmek istersek Bursa çeşmelerinden birine senin adını veririz ve sen onun ağzından bu güzel şehrin zaman içinde geçirdiği macerayı bize bir su damlası kadar saf ruhunla nakledersin”

Bu cümleleri Bursa seyahatimin başında okumuş ardından Osmangazi’de Evliya Çelebi Çeşmesi’ne rastlayınca büyük bir heyecan duymuştum.

Diğer bir heyecanım ise Yeşil Camii içindi. Tanpınar’ın aktardığına göre Fransız yazar Andre Gide bu camii için  ‘Zekânın kemal hâlinde sıhhati’ demişti. Anlatısının devamında kendi sözleriyle bu mekanı tasvir eden Tanpınar işte dördüncü bölümün bir kısmında şöyle söylemiş:

”Kapıdan girer girmez dört yanımızı kaplayan yeşil hava içinde Neşatî’nin ‘turfa muamma’ diye adlandırdığı insan ruhu, en tabii iklimlerinden birini bulur. Burada her şey bize Bursa’yı otuz sene içinde Türk yapan ve daha dün alınan bu şehirden Süleyman Dede’nin dehasını fışkırtan kudretin sırrını anlatır. İnsan ancak Yeşil’i ve muasırı eserleri gezerken III. Selim tarafından yaptırılmış olan Emir Sultan Türbesi’nde -ve ona benzer diğer binalarda- kaybedilen şeyin ne olduğunu daha iyi anlıyor. Zengin malzeme ile hamlesiz bir nizâmın mahsulü olan bu binalar sadece bir kalıp, boş, manasız bir cümle gibi zekâyı bir müddet yorduktan sonra ‘Ben bir hiçim!’ diye zaafını itiraf ediyor.”

Tanpınar bu pasajın ardından Emir Sultan türbesi‘ne dair birtakım şeyler anlatmış ve Evliya Çelebi’nin bu türbe hakkında söylediği diğer şeyleri aktarmıştır.


Hemen ardından da sözlerine şöyle devam etmiştir: ”Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.

..
 Ah bu eski sanatkârlar ve onların her dokundukları şeyi değiştiren, en eski bir unsurdan yepyeni bir alem yapan sanat mucizeleri! Dedelerimiz bu mucize ile ve onun etrafında taşıdığı imanla Bursa’nın ve İstanbul’un çehresini değiştirdiler, onları yarım asır içinde halis Türk ve Müslüman yaptılar. Yirmi otuz senelik bir zaman içinde Bursa’nın ve İstanbul’un yıkılmış Şarkî Roma manzarası ortadan silindi ve yerini, camileri, medreseleri, Hanlarıyla yumuşak çizgili, elastiki hamileliği, kullandığı malzemenin güzellik şuurunda kıskanç, yapıldığı şehrin iklimi ile aynı unsurdan denecek kadar uygun bir mimari aldı. Bu sanat söylece Büyük çerçevesinde bu şehirlerin tepelerine ve umumi manzarasını birden değiştirirken şehirlerin içinde sokak sokak ikinci bir fetih yapılıyor, yeşil pencerelerinde uhrevi vaatler gülen Türbeci kiler, Çeşmeler, İstanbul ve Bursa’yı adım adım zapt ediyordu. Bursa fethedildiğinden elli sene sonra Bursalı Türk çocukları arasında şairler yetişir ve İstanbul’u saltanatının başlangıcında alan Fatih’in naaşı bu şehre getirildiği zaman İstanbul, ananesiyle, semt adlarıyla, evliya türbeleriyle, şiir ve sanat hayatıyla halis Türk’tür. Bursa’da ve İstanbul’da Türk anne babadan doğan ilk Çocuk nesli büyüdükçe, kendileriyle beraber büyüyen bu geniş hamlenin etrafa dalbudak saldığını gördüler. Bu İlkçağın bursalı anneleri şüphesiz müstakbel gaza erlerinin yaşından bahsederken ‘Oğlum, Orhaniye veya Muradiye’nin yapıldığı sene doğdu’ derlerdi. Ve onların uzun, yorucu sayfalardan sağ salim dönmeleri için yaşıtları olan camiilere adaklar adalardı.”


 Bursa’ya yavaş yavaş veda vakti gelmişken yine zihnimde Tanpınar’dan bir dize geçiyordu: “Bir rüyadan arta kalmanın hüznü”
Ben, Bursa gezimi bitirirken Beş Şehir kitabının Bursa bölümü de bitiyor ve Tanpınar da gezintisinin sonlarına yaklaşıyordu. Bu sona yaklaşış aslında bir başlangıcı ve bir ebediyeti buluşturdu. İşte bu anlara dair Tanpınar şöyle söylemişti:

 ”O gün bütün sabah saatlerini şehir içinde abide abide dolaşmakla geçirmiştim. Her zaman olduğu gibi çok güzel şeyler görmüş, çok lezzetler tatmıştım. Bununla beraber ruhu tam doyuran o kesif ürpermeden, eşya ile aramızdaki perdeleri kaldıran ve bizim için dışımızda yabancı bir şey bırakmayan o büyük dolgunluktan mahrumdur. Halbuki bu son seyahati, Bursa peyzajının sırrını yoklamak, mümkünse ondan bir ders almak için yapmıştım. Fakat ben zorladıkça o benden kaçıyor gibiydi. Taş, ağaç, sanat eseri ve an, hepsi bana kendilerini kapatıyorlar, beni mahremiyetlerinden kovuyorlardı. Yavaş yavaş etrafımda sadece ölümü görmeye başlamıştım. Kendi kendime: ‘Ondan başka ne olabilir ki…’ dedim”
Tanpınar bu şehirde ölüm manasına kavuşmuş ve bunun akabinde şu dizeleri söylemiştir:
‘’Ölüm bu tılsımlı ebediyette,
Belki de rüyası bu cetlerin,
Beyaz bahçelerinde su seslerinin’’


 Bu efsunlu sırrı buluşunun nihayetinde Tanpınar Bursa’da Zaman bölümünün sonunu şöyle getirir:

”Şimdi Bursa’da asıl zamanın yanı başında, bizim için ondan daha başka ve daha derin olarak mevcut olan ikinci zamanı yapan şeyin ne olduğunu öğrenmiş gibiyim. Bu ses ve onun etrafı kucaklayan, her dokunduğu şeyin özünü bir ebediyette tekrarlayan akisleri, bu mevsimlerin ve düşüncelerin ezeli aynası, zamanın üç çizgisine birden veren tılsımlı bir aynasıdır. Sanatın aynası da bundan başka bir şey değildir.”

Kaynakça:

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergah yayınları 33. Baskı

Yazarımız Betül Aksakal’a teşekkürlerimizle.

Yanıt Bırakın